Gölvadisi Kültür ve Yaşam Dergisi / İsmet Cerit Yazıları
Gölvadisi Ekim / Kasım 2018 Sayı 4 Kültür ve Yaşam Dergisi
Uygarlığın Gizli Kalmış Bahçesi Göbeklitepe
Dünyanın Göbeklitepe'ye odaklanmasındaki en büyük neden insanlık tarihi adına bilinen tüm bilgilerin önemini yitirmesine ve yaşama dair her şeyin yeniden değerlendirilmesi olmuştur.Dünyada bilinen en eski tapınak olma özelliği taşıyan Göbeklitepe günümüzden 12000 yıl önce inşa edilmiş.
Şanlıurfa'ya 17 km'lik bir mesafede harran ovasının tam ortasında bulunan Göbeklitepe Cilalı Taş Devrinden kalma, dünyada bilinen en eski tapınak ve günümüzden yaklaşık 12000 yıl önce inşa edilmiş. Uygarlığımız adına bilinen bütün bilgileri rafa kaldıran Göbeklitepe'de ilk bulgulara 1963 ve 1983 yıllarında rastlanmış ancak yapılan çalışmaların üzerinde durulmamıştı.
Son incelemenin üstünden geçen 11 yıl sonra Göbeklitepe varlığı 1994 yılında tarlasını sürerken bulduğu oymalı taşı Şanlı Urfa Müzesine götüren Mahmut Kılıç sayesinde anlaşılabilmiştir.
Kazılar, 1995 yılından 2014 yılına kadar Alman arkeolog Prf. Dr. Klaus Schmidt'in başkanlığında yürütülmüş, Schmidt'in 2014 te geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama veda etmesinin ardından kazılara ara verilmişti, şuan da Şanlı Urfa müze müdürlüğü nün başkanlığında kazılara devam edilmektedir.
Geçtiğimiz temmuz ayında UNNESCO Dünya Mirası Kalıcı Listesi’ne giren Göbeklitepe Malta'da bulunan Hypogeum, Ggantija, Hagar Qim tapınaklarından, İngiltere’ deki Stonehenge tapınağından ve Mısır piramitlerinden binlerce yıl daha eski.
Dünyanın En Eski 10 Tapınağı
1. Göbeklitepe, M.Ö. 12.000-10.000.
2. Hypogeum Tapınağı; Malta, M.Ö. 3.600.
3. Ggantija Tapınağı; Malta, M.Ö. 3.600.
4. Hagar Qim Tapınağı; Malta, M.Ö. 3.200.
5. Stonehenge İngiltere, M.Ö. 2.500.
6. Knossos Saray Tapınağı; Girit, M.Ö. 1.700.
7. Amada Tapınağı; Mısır, M.Ö. 1.500.
8. Haşepsut Tapınağı; Mısır, M.Ö. 1.479.
9. Luksor Tapınağı; Mısır, M.Ö. 1.400.
10. I.Seti Tapınağı; Mısır, M.Ö. 1.279.
Geçtiğimiz temmuz ayında UNNESCO Dünya Mirası Kalıcı Listesi’ne giren Göbeklitepe Malta'da bulunan Hypogeum, Ggantija, Hagar Qim tapınaklarından, İngiltere’ deki Stonehenge tapınağından ve Mısır piramitlerinden binlerce yıl daha eski.
Dünyanın En Eski 10 Tapınağı
1. Göbeklitepe, M.Ö. 12.000-10.000.
2. Hypogeum Tapınağı; Malta, M.Ö. 3.600.
3. Ggantija Tapınağı; Malta, M.Ö. 3.600.
4. Hagar Qim Tapınağı; Malta, M.Ö. 3.200.
5. Stonehenge İngiltere, M.Ö. 2.500.
6. Knossos Saray Tapınağı; Girit, M.Ö. 1.700.
7. Amada Tapınağı; Mısır, M.Ö. 1.500.
8. Haşepsut Tapınağı; Mısır, M.Ö. 1.479.
9. Luksor Tapınağı; Mısır, M.Ö. 1.400.
10. I.Seti Tapınağı; Mısır, M.Ö. 1.279.
M. Ö. 10.000
Göbeklitepe bulunmadan önce, M.Ö. 10.000 yılında insanların nasıl yaşadıklarına dair bilgilerimiz son derece kısıtlıydı. Dahası bunlara bilgi de değil, ancak tahmin ve kurgu denebilirdi.Kurgularımızda bugünden 12 bin yıl kadar öncesine rastlayan o dönemi Taş Devri olarak adlandırıyor ve o dönemde insanların bugüne nazaran çok çok ilkel bir hayatı yaşadıklarını düşünüyorduk.
Henüz hiçbir hayvanın evcilleştirilmediğini, toprağı ekip biçmenin bilinmediğini, şehirleşmenin olmadığını, din, ahlak, felsefe gibi kültürel değerlerin oluşmadığını, insanların ancak çok basit aletler yapabildiğini, avcı – toplayıcı bir vahşi hayatı yaşadıklarını sanıyorduk.
Göbeklitepe’ye yakın bir döneme tarihlenen Konya yakınlarındaki Çatalhöyük harabelerinin bulunuşu kurgularımızın yanlış olduğu noktasında bir uyarıydı belki ama, Çatalhöyük’teki birbirine bitişik, sokaksız, damından girilen evler Göbeklitepe’de bulunanlar kadar açık bilgiler vermiyordu.
Göbeklitepe tarih öncesine bakışımızı temelinden sarstı. Öncelikle M.Ö. 10 bin yılında gelişmiş bir taş işçiliği ve mimari olduğunu ortaya koydu. 50-60 ton ağırlığındaki taş blokların kullanıldığı ve bunlar üzerinde son derece incelikli hayvan tasvirlerinin yapıldığı eserler ortaya çıktı.
Göbeklitepe’de bulunan bir çok tapınak burasının büyük bir dini merkez, bir tür dönemin kıblesi olduğunu gösterdi. Ancak o dönemde yaşamış halkın inanç sisteminin ne olduğu ve mimaride hangi aletlerle nasıl bir teknik uyguladıkları gibi bir çok soru havada kaldı.
Bir çok kimse Göbeklitepe’deki dini havayı görünce Peygamberler tarihinde ve dolayısiyle kutsal kitaplarda sözü edilen Peygamberlerin izlerini orada aradı. İlk akla gelen Urfa yöresinde yaşadığı bilinen Hazret-i İbrahim oldu. Ancak Hazret-i İbrahim, Yahudi inancı kaynaklı olarak M.Ö. 2000 civarında yaşadı sanıldığı için, Göbeklitepe ile hiçbir alakası olamayacağı yorumları bunun arkasından geldi.
Bizzat Göbeklitepe’yi bulan Alman arkeolog Prof. Dr. Klaus Schmidt, burasının insanlığın ilk başladığı yer olduğunu, Adem ile Havva’nın burada yaşadığını, Hazret-i Adem’in kovulduğu Cennet olan Aden Bahçesi’nin burası olduğunu iddia etti.
Bir çok tarih öncesi uzmanı ise herhangi bir yorumda bulunmaktan kaçınarak, bir yorum yapmak için elde daha fazla veriler olması gerektiğini söylediler. Gerçekten de 1995 yılından beri yapılan kazılarda harabelerin sadece küçük bir bölümü ortaya çıkarılabilmişti.
Dolayısiyle, Göbeklitepe, her karışında kurgularımızı çökerttiği için insanları hayrete sürüklemesine rağmen, uzun boylu hipotezler kurmaya ve kurallarını ortaya çıkarmaya henüz elverişli değildi.
Ta ki, biz onun hikayesini bulup ortaya çıkarana kadar.
Göbeklitepe dağ başında tek başına kurulmuş bir şehir değildi. Büyük bir medeniyetin kalbiydi. Göbeklitepe’nin en görkemli zamanında Anadolu ve Mezopotamya’nın bir çok yerinde bir çok oldukça büyük şehir vardı.
Ama bütün insanlara bu şehir ve medeniyet görüntüsü yayılmış değildi. Şimdiki gibi köyler yoktu ise de çağın medeniyetinden nasibini almamış bir çok insan, tabiatın kendilerine sunduğu değişik imkanlar içinde yaşarlardı. Bunlardan bazıları ormanlarda ağaç dallarına yaptıkları derme çatma barakalarında, bazıları sazdan ve kerpiçten müstakil yapılarında, bazıları da halen mağaralarda yaşardı.
Bizzat Göbeklitepe’yi bulan Alman arkeolog Prof. Dr. Klaus Schmidt, burasının insanlığın ilk başladığı yer olduğunu, Adem ile Havva’nın burada yaşadığını, Hazret-i Adem’in kovulduğu Cennet olan Aden Bahçesi’nin burası olduğunu iddia etti.
Bir çok tarih öncesi uzmanı ise herhangi bir yorumda bulunmaktan kaçınarak, bir yorum yapmak için elde daha fazla veriler olması gerektiğini söylediler. Gerçekten de 1995 yılından beri yapılan kazılarda harabelerin sadece küçük bir bölümü ortaya çıkarılabilmişti.
Dolayısiyle, Göbeklitepe, her karışında kurgularımızı çökerttiği için insanları hayrete sürüklemesine rağmen, uzun boylu hipotezler kurmaya ve kurallarını ortaya çıkarmaya henüz elverişli değildi.
Ta ki, biz onun hikayesini bulup ortaya çıkarana kadar.
Göbeklitepe dağ başında tek başına kurulmuş bir şehir değildi. Büyük bir medeniyetin kalbiydi. Göbeklitepe’nin en görkemli zamanında Anadolu ve Mezopotamya’nın bir çok yerinde bir çok oldukça büyük şehir vardı.
Ama bütün insanlara bu şehir ve medeniyet görüntüsü yayılmış değildi. Şimdiki gibi köyler yoktu ise de çağın medeniyetinden nasibini almamış bir çok insan, tabiatın kendilerine sunduğu değişik imkanlar içinde yaşarlardı. Bunlardan bazıları ormanlarda ağaç dallarına yaptıkları derme çatma barakalarında, bazıları sazdan ve kerpiçten müstakil yapılarında, bazıları da halen mağaralarda yaşardı.
Mağaralarda yaşayan insanlar bütün insanların en ilkeli sayılırlardı. Bunlar medenileşmemiş, halen vahşet sınırında yaşayan kabileler kabul edilirlerdi. Bir mağara genellikle bir sülaleyi alacak büyüklükte olurdu. O mağara o sülale için gereken bütün barınma imkanlarını sağlardı. Mağaraların çeşitli amaçlarla kullanılan bölmeleri (odaları) ve bazılarının içinde akan yeraltı suları bulunurdu. Yeterli yiyecekleri olduğunda insanlar günlerce mağaralardan çıkmadan yaşayabilirlerdi. Mağaraların tehlikesi sık sık vahşi hayvanlar tarafından yapılan baskınlardı.
Mağaraların tehlikesi sık sık vahşi hayvanlar tarafından yapılan baskınlardı. Özellikle uzun ve soğuk kış gecelerinde ayılar ve kurtlar için mağaralar, sığınma ve yiyecek imkanı demekti. Bir ayı için kış uykusuna yatmaya en uygun yer bir mağaraydı. Eğer ayı, bir mağaraya girdiğinde orada yiyecek insan ve hayvan eti bulursa, kış uykusu onun için rahat geçecek demekti. Yiyecek hiçbir şey bulamadan kış uykusuna yatan ayılar ise genellikle uyanamazlar, açlıktan ölür kalırlardı.
Mağaralar, yalçın tabiata nazaran sıcak ortamlardı. Hele ateş yakılacak olursa hem ısınır, hem de aydınlanırdı. Kalabalık sülalelerin başındaki adamlar, sülaleleri için mutlaka iyi bir mağara bulmakla mükellefti. Eğer böyle bir mağara bulamazlarsa o takdirde dağların elverişli yamaçlarında bu tür mağaraları kendi elleriyle yaparlardı. Kendi yaptıkları mağaralar, doğal olanlarından çok daha estetik ve konforlu olabilirdi. Dolayısıyla mağaralar, insanlar ve hayvanlar arasında, gücü olanın ele geçirdiği birer rekabet alanıydı.
İnsanları mağaralarda vahşi hayvanlara karşı koruyan iki büyük silah vardı: Biri ateş, diğeri mızrak. Bir çubuğun ucunda yanan ateşten çekinmeyecek hiçbir hayvan yoktu.
Ateş ve Mızrak Etkili Silah
Hayvanları en çok korkutan şey ateşti. Ateş, devasa ayıları bile korkutup kaçırmaya yeterdi. Onun dumanı mağaranın içini kapladığı zaman hiçbir hayvan orada durmak istemezdi. Mızrak ise hayvanlar daha insana yaklaşmadan, uzaktan bir anda büyük bir hızla çıkıp gelir ve hayvanı cansız yere sererdi.
İnsanlar ateşi de mızrağı da olduğundan daha etkili birer silah haline getirmek için bazı düzenlemeler yapmışlardı. Bir ağaç dalının ucuna sürdükleri bir reçine, ateşin ağacı yakmadan ve sönmeden uzun zaman ağacın ucunda yanmasını sağlıyordu. Bu reçinenin ve onunla yapılan meşalenin sırrını sadece insanlar biliyordu. Aynı şekilde mızrakların uçlarını sivriltmeyi, keskinleştirmeyi, ağırlaştırmayı bulmuştu insanlar. Onların ucunu çakmak taşından veya kurşundan yaptıkları mızraklar, kime isabet ederse etsin kesinlikle can alıcıydı.
Taruh ve onun kavmi Samiler, halen bir ölçüde mağaralarda yaşayan insanlardı. Samilerin tümü mağaralarda yaşamazdı, bazıları şehirlere yerleşmişlerdi. Ancak şehirlere yerleşenler de, mağaralarda yaşayanlar da tümden Hamiler’in kölesi durumundaydılar.
Hayvanları en çok korkutan şey ateşti. Ateş, devasa ayıları bile korkutup kaçırmaya yeterdi. Onun dumanı mağaranın içini kapladığı zaman hiçbir hayvan orada durmak istemezdi. Mızrak ise hayvanlar daha insana yaklaşmadan, uzaktan bir anda büyük bir hızla çıkıp gelir ve hayvanı cansız yere sererdi.
İnsanlar ateşi de mızrağı da olduğundan daha etkili birer silah haline getirmek için bazı düzenlemeler yapmışlardı. Bir ağaç dalının ucuna sürdükleri bir reçine, ateşin ağacı yakmadan ve sönmeden uzun zaman ağacın ucunda yanmasını sağlıyordu. Bu reçinenin ve onunla yapılan meşalenin sırrını sadece insanlar biliyordu. Aynı şekilde mızrakların uçlarını sivriltmeyi, keskinleştirmeyi, ağırlaştırmayı bulmuştu insanlar. Onların ucunu çakmak taşından veya kurşundan yaptıkları mızraklar, kime isabet ederse etsin kesinlikle can alıcıydı.
Taruh ve onun kavmi Samiler
Şehirlerde ve mağaralarda yaşayan Hamiler’in kölesi durumundaydılar.Hamiler
Hamiler büyük bir güç halinde doğudan gelmişler ve bütün Sami topraklarını ele geçirmişlerdi.Taruh ve onun kavmi Samiler, halen bir ölçüde mağaralarda yaşayan insanlardı. Samilerin tümü mağaralarda yaşamazdı, bazıları şehirlere yerleşmişlerdi. Ancak şehirlere yerleşenler de, mağaralarda yaşayanlar da tümden Hamiler’in kölesi durumundaydılar.
Hamiler büyük bir güç halinde doğudan gelmişler ve bütün Sami topraklarını ele geçirmişlerdi. Onlar devlet kurmayı ve yönetmeyi ve Samilerin bilmediği daha başka bir çok şeyi biliyorlardı. Birkaç nesil sonra onların başına geçen Kral Nemrut; Anadolu, İran ve Mezopotamya üzerinde hüküm süren büyük bir imparatorluk kurmuştu. Onun gücü mutlak ve tartışmasızdı.
Dünyanın bu bölgesine şehirler kurmayı Hamiler öğretmişlerdi. Onlar, toprağı ekip biçmesini, hayvanları evcilleştirmesini ve kendi amaçları için kullanmasını biliyorlardı. Yerden çıkardıkları bazı madenleri işlemesini, onların tılsımından yararlanmasını da biliyorlardı. Büyük taş kütlelerini yerinden oynatarak birbirine mükemmel şekilde tutturan inanılmaz güzellikte binalar ve bu binalardan oluşan şehirler yapıyorlardı. Onların bu gücü ve medeniyeti, diğer insanları hem şaşırtıyor hem de onlara itaate zorluyordu.
Hamiler yük hayvanı olarak filleri, ağır işlerde çalıştırılmak üzere mandayı ve süratli savaş arabaları için köpeği kontrolleri altına almışlardı. Ayrıca emirlerinde, eski zaman masallarında bahsigeçen devler bulunuyordu. Hamiler bu devleri bazı madenleri birbirine sürterek harekete geçiriyor ve onlara çeşitli yapım ve yıkım işleri yaptırabiliyorlardı. 10-12 metre boyundaki bu devlerin birkaç tanesi bir araya geldiklerinde 50-60 tonluk taş blokları yerlerinden oynatabiliyor, bir yerden bir yere taşıyabiliyor veya bir yapıda kullanabiliyorlardı.
Yine Hamiler sayı saymasını ve bazı sayıları bazı sayılara eklemesini, konuşmayı ve kelimeleri birtakım sembollerle yazıya geçirmesini biliyorlardı. Konuştukları lisan, Samilerinkine oranla çok daha gelişkin ve zengindi. Samilerin bilmediği bir çok manayı onlar hem tasavvur, hem de ifade edebiliyorlardı. Tabiat üzerindeki hakimiyetlerinin mükemmelliği, onları diğer insanlar üzerinde de efendi kılmaya yetiyordu.
Bu güç ve medeniyetin kaynağı bilinmiyordu. Hamiler bu sanatları nereden öğrenmişlerdi? Bazı kimselere göre onlara çok eski zamanda Peygamber adı verilen kimi din adamları gökten gelmişler ve bu sanatları bir bir öğretmişlerdi. Bazı kimselere göre ise bu sadece bir efsaneden ibaretti; Hamilerin ataları Hindistan yöresinde yaşarken, onlara içinde yaşadıkları coğrafya, gelişmişliği ve medeniyeti ilham etmiş, onların becerikli ustaları da bu ilhamı değerlendirmişlerdi.
Ne olursa olsun, Hamiler ve onların kralı Nemrut, karşı konulmaz bir güce sahipti. Bu güçle Samileri kolayca mağlup etmişler ve köleleştirmişlerdi. İsteseler hepsini yok edebilirlerdi. Zira her ne kadar Nuh Tufanı üzerinden çok uzun zaman geçtiyse de Ham ve Sam’ın soyları arasındaki mücadele sürüp gitmişti.
Bazen Ham Oğulları, bazen Sam Oğulları üstün gelmişti. Birkaç bin yıl önce Sam Oğulları, rakiplerini alt edip, devletlerini yıkarak, bir çoklarını öldürdükten sonra geri kalanlarını Hindistan ormanlarına doğru sürdüklerinde, orada toplanan bir avuç Hami yemin etmişti: Sam Oğullarının tümünü yok edeceklerdi.
Çok çalışmışlar, hem çoğalmışlar, hem de büyük bir güce ermişlerdi. Bir gün hazır olduklarına kanaat getirdiklerinde batıya doğru hareket ederek Samilere saldırmışlardı. Samiler hala binlerce yıl önceki medeniyetsiz yaşantıları içinde ömür çürütürken, karşılarında birdenbire köpeklerin, fillerin, kartalların ve yılanların gücüyle hareket eden Hami kuvvetlerini görünce apışıp kalmışlardı. Kendileri için yok olma saatinin geldiğini düşünmüşler ve onların önlerinde kapanarak hükümlerine boyun eğmişlerdi.
O zaman, iki yanında iki devin çektiği bir fil üzerinde karşılarına gelen Nemrut’un babası Kuş, köleleştirmenin yok etmekten daha faziletli olduğunu farkederek bu eski yemin üzerinde bir reform yapmıştı. Kuş, “onları öldürürsek kurtulurlar, ama köle yaparsak sonsuza dek hem acı çekerler, hem de bize hizmet ederler” diye düşünmüştü. Kuş, bu düşüncesini, onların minnet duygularını ortaya dökecek şekilde dile getirmişti:
- Ey Samiler! Ey düşmanlarım! İstesem burada hepinizi öldürebilir, sizi ve sizden doğacak olanları sonsuza dek yeryüzünden silebilirim. Ama diğer insanların beni merhametsiz, gaddarın teki olarak bilmesini istemiyorum. Canlarınızı bağışlıyorum. Siz de buna karşılık bana ve halkıma hizmetle yükümlüsünüz.
Böylece Sam Oğullarının, Ham Oğullarının köleleri olacağı yeni bir çağ başlamıştı.
Çok çalışmışlar, hem çoğalmışlar, hem de büyük bir güce ermişlerdi. Bir gün hazır olduklarına kanaat getirdiklerinde batıya doğru hareket ederek Samilere saldırmışlardı. Samiler hala binlerce yıl önceki medeniyetsiz yaşantıları içinde ömür çürütürken, karşılarında birdenbire köpeklerin, fillerin, kartalların ve yılanların gücüyle hareket eden Hami kuvvetlerini görünce apışıp kalmışlardı. Kendileri için yok olma saatinin geldiğini düşünmüşler ve onların önlerinde kapanarak hükümlerine boyun eğmişlerdi.
O zaman, iki yanında iki devin çektiği bir fil üzerinde karşılarına gelen Nemrut’un babası Kuş, köleleştirmenin yok etmekten daha faziletli olduğunu farkederek bu eski yemin üzerinde bir reform yapmıştı. Kuş, “onları öldürürsek kurtulurlar, ama köle yaparsak sonsuza dek hem acı çekerler, hem de bize hizmet ederler” diye düşünmüştü. Kuş, bu düşüncesini, onların minnet duygularını ortaya dökecek şekilde dile getirmişti:
- Ey Samiler! Ey düşmanlarım! İstesem burada hepinizi öldürebilir, sizi ve sizden doğacak olanları sonsuza dek yeryüzünden silebilirim. Ama diğer insanların beni merhametsiz, gaddarın teki olarak bilmesini istemiyorum. Canlarınızı bağışlıyorum. Siz de buna karşılık bana ve halkıma hizmetle yükümlüsünüz.
Böylece Sam Oğullarının, Ham Oğullarının köleleri olacağı yeni bir çağ başlamıştı.